TEOMAN KUMABARACIBAŞI

 

TEOMAN KUMBARACIBAŞI’NI BİZE ANLATIR MISINIZ?
 
    71 yılının 18 ekiminde San Nicolas Arjantin’de doğmuşum. Annem Teresa Del Carmen Ortega, Villa Constitucion’lu. Anadolu’dan bir şehir ismi bir Arjantinliye ne kadar manalı gelirse işte o kadar manalı. Ama hafızamın taze kalması için önemli. Annemin Arjantinli olması, anadilimi biçimlendirdi. Sözlük karşılığı olarak çok net. Babam ise uzak bir diyardan gelmiş, Anadolu’dan, Almanya’ya. Ordan da Arjantin’e. Nasıl bir cesaretse. 6 yaşına kadar , 2,5 aylık bir yaz tatili dışında Türkiye’ye hiç gelmemişiz. Onu da hayal meyal hatırlıyorum. Dedemin ve babaannemin evine gelmişiz. Moda Bostan sokak No 18-20. Hala duruyor o şahane apartman. Kentsel dönüşüme anılarımla birlikte direniyor. Muhtemelen çok zamanı kalmadı.
 
    Sıklıkla geçiyorum Moda Bostan sokaktan. Hüzünle, içtenlikle bakıyorum bir süre. Gözlerim doluyor, aklıma dedemin telaşeli bekleyişi geliyor, 3.kattan aşağı, yola meraklı bakışlarını hatırlıyorum, şöyle bir uyanıyorum, bir gülümsemeyle ayrılıyorum.
 
    O ev, benim Anadolu topraklarındaki ilk evimdi. İlk Türkçe kelimeleri duyduğum, daha sonra lise çağlarında, hem Türkçe’ye hem Osmanlıca’ya yüksek derecede hakim olduğunu hayranlıkla farketmem, Rumca konuşması hatta hatta Fransızca’ya olan ilgisi, dedemi, gözümde ailenin en önemli koltuğuna oturtuyordu. Dedemin Girit göçmeni babası, mübadelede Ayvalık’a gelmiş. Dedem, insanların ev kapılarını çekmeden alışverişe, gezmeye gttiği senelerde Edremit’te dünyaya gelmiş. Resmi 1911, bizim bildiğimiz 1909. Olağanüstü şiir bilgisi, edebiyata tutkunluğu, Bab-ı Ali ziyaretlerinde nerdeyse çağdaş cumhuriyet döneminin tüm saygın edebiyatçılarıyla aynı mekanları solumuş olması, kimyagerliği, binbaşıyken aşık olduğu Sıdıka Hanım için askeriyeden istifa etmesi ona olan saygımı katbekat arttırıyordu. Mezarı en sevdiği topraklarda bugün. Ege kıyılarına bakıyor. Neden kendimden değil de dedemden bahsediyorum. Çünkü bugün benim edebiyata olan tutkum, şiiri hayatımın mihenk taşlarından biri haline gelmesinin ipuçları dedemdedir.
 
  Bir gün, artık Türkçem yeterli seviyeye geldiğinde - daha o zaman haberleşme ev telefonlarıyla mümkün oluyordu. Ev telefonlarının çalması evde tatlı bir panik havası yaratırdı. Aranma saatine gore kim olabileceği üzerine yorumlar yapılırdı. Çünkü bir önceki konuşmada bir daha ne zaman konuşulacağı mutabakata varılarak belirlenirdi ki o saatte evde olalım. Güzel bir mutabakattı. O nedenle dedemi hemen her zaman bilirdim ben. Lafı uzattım- arayan dedem:
Evladım! Dedi, ben bir şeyler karaladım
 ( yeni yazdığı şiirden bahsediyor, ben daha ortaokula yeni başlamışım yaşım ya 11 ya 12)
Uygun ( güzel, yerine yakışan bir Türkçe sözcük fırsatını asla kaçırmazdı ama yerine tam oturan bir Farsça ya da Arapça kelimeden de vazgeçmezdi)
Uygun bir zamanda gel de mütalaa edelim.
  
    Karşılaştığımızda salonda bir ileri bir geri yürür , şiirlerini yüksek sesle okur, ben de rengarenk çini sobasının yanında durur, seçtiği kelimeleri, manalarını anlamaya çalışırdım. Ciddiyetle, sözümü kesmeden dinler, haklı bulduğu bir şey olduğunda gözleri ışıldar, kalın camlı gözlüklerini şöyle bir düzeltir ve hemen not alırdı. Zaten her daim yanında bir not defteri ve güzel bir kalem taşırdı.
 
   Biz özel günlerde hediye fırsatını da kaçırmazdık. Doğumgünü, yılbaşı v.s. ve bu fırsatlar birbirimize kitap hediye etmek için çok çok kıymetliydi. Birbirimize başka hediye almazdık. Kitapların ilk ‘uygun’ sayfalarına mutlaka tarihler atılır, temenniler yazılırdı. Bu temennilere dedem bana hitaben, ‘Düşünce Arkadaşım’ diye yazardı. Düşünebiliyor musunuz? 12 yaşında bir çocuğa bu şekilde hitap ederseniz, o çocuk ömrü boyunca düşünerek, sorgulayarak, şiirle yoğrularak, edebiyatla, tiyatroyla, müzikle, sinemayla kalbinden geçen işlerle meşgul olur. En azından o iklimin koşullarını hazırlamış olur. Düşünmesine kıymet vermezseniz, sözünü keserseniz, çocuk diye geçiştirirseniz, gökyüzüne alık alık bakan bir toplumla karşı karşıya kalır, hareket etmek için bir lidere ihtiyaç duyarsınız. Neden çünkü siz küçüksünüz, beceremezsiniz, yapamazsınız. düşünemezsiniz. Geliştirmesi size kalmış. Bu şekilde aslında bayağı kendimden bahsetmiş oldum.
 

 

 

ARJANTİN’DE DOĞMUŞ, TÜRKÇE’Yİ İLKOKULA BAŞLADIĞINIZDA ÖĞRENMİŞSİNİZ. NASIL BİR ÇOCUKLUK GEÇİRDİNİZ?
Arjantin’de büyümüş olduğum yer bir lojman kasabasıydı. Büyük ağaçlı ve çimenli bahçeleri olan, birbuçuk katlı evlerdi. Herkesin evi tıpatıp aynıydı ama temas etmek için gerçekten çaba gerekirdi. Yeterince hacim vardı. Dışardan trafiğe nerdeyse kapalıydı. Ve dünyanın çeşitli ülkelerinden oraya çalışmaya gelmiş babaların, annelerin çocukları olarak hep sokaklardaydık. Ortak dilimiz ‘castellano’ İspanyolların kıta Avrupasından getirip Güney Amerika’da ki tüm kültürleri, dilleri, dinleri, yaşayış biçimlerini, tek dil, tek din adı altında parçalayarak, tek tipleştirmesiydi aslında İspanyolca. Biz çocuklar olarak hiçbir şeyin farkında değildik. Mutluyduk, hangi dil olduğu önemli değildi, anlaşıyorduk. Çıplaklık bir sorun değildi, çünkü çocuk tacizcisi yoktu. Kız erkek ayrımı yoktu. Çocuklar arasında ayrım zaten yoktu. Çocukluğum güzel geçti.
 
Tia Victoria, annemin büyük teyzesi, her hafta sonu 70 model Fiat Bis’ine binip kilometrelerce uzaktan kardeşimle beni ziyarete gelirdi. Hiç üşendiğini görmedim. Hiç yaşlıyım ben, siz gelin dediğini duymadım. Hep gelirdi, saatlerce oynardı bizimle, şarkılar söylerdi. Masallar anlatırdı. Her gelişinde sanki bizler yeni doğmuşuz ve Victoria bizi ilk defa görüyormuşçasına yüksek bir heyecanı, nerdeyse bayıltacak kadar uzun ve sımsıkı sarılması ve vantuzlu dev bir yanak öpücüğü ile dopdolu bir kadındı. Onun sevgisi çok çok büyüktü. Bunu her zaman hissettim. Bizi her Pazar kiliseye götürürdü. Sabahın en erken saatlerinde ama ayine değil. Mantar toplamaya, çünkü en güzel mantarlar kilisenin bulunduğu bahçede kendiliğinden bitiyordu. Doğayla bütünleşik, kendine bakan, çok sevdiği eşini kaybettikten sonra asla bir başka adamla yaşamayı aklının ucundan bile geçirmemiş bahçesinde mandalina ve limon ağacı olan, mükemmel derecede süt reçeli yapan, - bu arada annem de mükemmel yapar- sabah biz uyanana ve çişimiz gelene kadar bize ‘mate’ taşıyan, derin insan. Tabi ki canlanan birçok anıdan biri bu. Ama çocukluğuma dair uzunca bir şey anlatacağım aklıma gelmezdi.
 
 
 
 
GEMİ İNŞA MÜHENDİSLİĞİNDEN TİYATROYA GEÇİŞİNİZİ ANLATIR MISINIZ?
 
 
Gemi inşaa mühendisliğinden tiyatroya geçişimi anlatamam. Ama tiyarodan gemi inşaa mühendisliğine geçişimi anlatabilirim. Okumaya ilk once Avusturya’ya sonra Almanya’ya giden babam, gezginliğinin mükafatını hem işte yükselerek hem de hayatının aşkını Arjantin’de annemi tanıyarak almıştı. Her teknik konudan anlar. Gittiği ülkelerin dillerini öğrenmede son derece yetenekli, liseden frankofon. Okuldan arkadaşlarıyla telefonda çatır çatır almanca konuşmasının beni imrendirdiğini hatırlıyorum. Bir fabrika gezilecekse gerçekten babamla gezilir. Her detayı anlatır, büyük bir heyecanla, - ömrüne bereket- yeter ki ona bir şey sorulsun. Hala öyledir. Fren nasıl çalışır, motor neden gürültü yapar yani çocukken aklınıza takılan herhangi bir teknik detayı tüm ayrıntılarıyla ondan öğrenebilmek heyecan vericiydi. O yaşlarda babaların herşeyi bildiğini düşünürsünüz. Bildiği herşeyi çok çok iyi bilir. Paylaşmasını sever.
   Mühendisliği bir düşünüş yöntemi olarak benimsemiştim. Teknik konulara merakımı gidermenin hayatıma çok şey katacağını düşünüyordum. Ama daha henüz tiyatroyla tanışmamıştım. Başarılı bir ilkokul öğrencisi olarak bendeniz, babamın telefonda bir o dilde bir bu dilde konuşabilmesinin verdiği heyecanla Avusturya Lisesi’ne kaydoldum. Alman Lisesi’ne puanım yetmemişti. Eski bir hapishaneden devşirilmiş bir papaz okulu olan Avusturya Lisesi’nde almanca ve matematik öğrenememek diye bir şey mümkün değildi. Hatta müzik ve resimden rahatlıkla sınıfta kalabilirdiniz. Ben latinceden ve fizikten çakmıştım. Latince seçmeli dersimdi. Bir merak, fazla bir merak, başıma öğrencilik yıllarımda büyük belalar açtı. 2 kez sınıfta kaldım ve okuldan ayrılmak zorunda kaldım.
  
    Rudolf Kreuzhuber- toprağı bol olsun- hem koronun –ki Avusturya Lisesi’nin korosu meşhurdur- hem de okul tiyatrosunun başındaydı. Küçüklüğümden beri müziğe olan merakım nedeniyle ve lisede kızları görebileceğimiz tek aktivite olan ve genelde erkeklerin hiç de rağbet etmediği koroda bariton olarak görev yapıyordum. 40 küsur kişinin birlikte şarkı söylemesi çok güzel bir duygu. Zarifti. Gülnihalden, Avusturya Halk şarkılarına kadar çok geniş bir dünya müziği hissiyatını o yıllarda Rudi’nin bana kazandırdığını düşünüyorum.
  
Bir gün bana tiyarodan birinin artık provalara devam edemeyeceğini bu nedenle benim bu görevi üstlenip üstlenmeyeceğimi sordu. Ben de tiyatrodan hiç anlamadığımı söyleyerek geçiştirdim. O da bir kez denemekten zarar gelmeyeceğini söylerken beni okulun harika tiyatro salonundan içeriye sokmuştu bile. Okulun gizli bir bölgesiydi, öğrencilerin oraya ulaşabilmelerine imkan yoktu. Salonu ancak mezuniyetlerde, oyunlarda, ya da konserlerde görmek mümkündü. Ama o gün bana tahsis edilmiş gibiydi. Koskoca bir sahne, seyirci koltuğunda bir tek Rudi, bana sahneye kadar elimden tutarak eşlik eden parlak giysili bir kız ve sahnede tek başıma kalan ben. Anında düştüm. Dizlerimin bağı çözüldü. Toparlanamadım. Ne seyirci var, ne başka bir şey. Tek başıma heyecanlanmıştım. Ve bu heyecanı kaldıramamıştım. Yürüyebildiğimde Rudi’nin yanına giderek, ne kadar heyecanlandığımı anlattım. Bakın dedim, ben daha sahnede ayakta bile duramıyorum dedim. İşte burda ustanızın size vereceği yanıt sizin kaderinizi belirler. Usta çırak ilişkisine inanırım. İyi ustalarım oldu. Dedi ki
Çok heyecanlanabildiğin için iyi bir oyuncu olabilirsin. ( Yaş 15 )
( Şöyle diyebilirdi, evet haklısın senden bir bok olmaz da diyebilirdi. O zaman ne olurdu bilmiyorum)
    O nedenle gemi inşaatı, hayatıma, tiyaroyla haşırneşir oluşumun 7. Yılında girdi. Zaten üniversiteye girer girmez de Teknik Sahne’yi kurdum. Senelerce oyunlar yaptık. Gemi inşaatını da bitirme aşamasına geldiğimde birkaç ders bırakarak askerliğimi tecil ettirdim. Sonra askerliğimi de yaptım ama üniversiteyi yarım bıraktım. Oğlum bir gün başıma kakar diye endişeleniyorum ama yapacak bir şey yok.

 

 

  
MÜZİK HAYATINIZA NASIL GİRDİ?
 
 
Annem çok meraklı klasik müziğe babam da öyle. Annem dolayısıyla tangolara, gece gündüz okumaya. Annemi yatmadan önce yatağında, komodinin hemen yanında dağınık duran bir kaç kitabı aydınlatan küçük, pastel ışık saçan bir lambanın yanıbaşında ya Dostoyevski ya da Yaşar Kemal ya da Ömer Seyfettin, ya da ilkel inanışlara dair acaip kitaplar, hep kitaplar, sürekli kitaplarla yakalardım. Mama dedim, sen bu kitabı daha once de okumuştun dediğimde, evet ama ben değiştim bakalım neler olacak bu sefer diye klasikleri defalarca okuduğuna şahit olmuş ve o zamanlarda pek bir mana çıkaramamıştım!
    Belki günün birinde benden bir tango dinleyebilmenin umuduyla gitar çalmak isteyip istemediğimi sordu. Gizliden gizliye bir müzik hocasıyla anlaştığını bilmiyordum o zamanlar. Annemin 7. Hissi kuvvetlidir. İnsanlar konusunda pek yanılmaz. 6. Hissi zaten kuvvetli. Ben de keman diye tutturmuştum.
 
    Bir gün babam, kardeşim annem eve bir misafir bekliyoruz. Eve az ama dolu dolu konuşan iri gözlü bir adam geldi. Ben o adamın derin ve uzun bakışlarından etkilenmiştim. Güvenilir bir ses tonu vardı. Ömrüne bereket, o adam benim bugün müzikal yolculuğumun ilk tren biletini elime tutuşturmuş, birlikte müzik yapmanın ve hatta tek başına, kendine müzik yapmanın insanı nasıl zenginleştirdiğini, ufkunu açtığını, derin düşüncelere ve duygulara sevkettiğini gösteren adamdır. Hakkını asla ödeyemem. O adam Cumhur Bülent Özsöz. Doğumgünü takdir edersiniz 29 ekimdir. Bıkmadan usanmadan anlatmıştır, çalmıştır, göstermiştir. Hiçbir kez bile kaba davrandığını hatırlamıyorum. Bir yaşam biçim olarak müzik nedir, bunlar parayla satın alınabilecek bilgiler değil. Bu inceliği aktarmadaki ustalık Bülent Özsöz’ü benim gerçek müzik hocam yapar. Müzik bir gerçekliktir. Hayalden, yaratıcılıktan, büyük bir emekten, sabretmekten, çalışmaktan, süreklilikten ve daha bir çok şeyden müteşekkildir. Asla sadece bir eğlence değildir. Ama eğlencesi ciddiyeti kadardır. Ciddi değilseniz , eğlenceli de olamazsınız.
 
    Artık müzikte epeyce ilerlediğim bir vakit, babam Bülent Hocam’a: Oğlum ne zaman beste yapacak acaba diye sormuştu. Bülent Hocam, beste yapacaksa birgün yapar, zamana bırakın, acele etmeyin demişti. Çok büyük bir bilgelik bu. Ve aynı zamanda çok büyük bir öngörü. Bugün bana mesleğimi sorsalar çekinmeden müzisyenim derim.
 
 
 
ACAİPADEMLERİN HİKAYESİNİ ANLATIR MISINIZ?
 
 
 
Acaipademler ismi Pir Sultan’ın ‘Be Hey Acayipadem’ dizelerinden tekrar doğmuştur. Acaipademler aslında Pir’in eleştirdiği kişilerdir. Mesela ben. Ne yanarsın dünya malı birin alıp gidemezsin.
 
    Oyuncu olma hayaliyle yanıp tutuşan ben tiyatroda 18lerimde bir büyük dostla Zafer Diper’le karşılaşarak, karşılaştırmalı tarihin, sesin, müziğin, mimarinin siyasetin, kavramları yerli yerinde bilmenin, felsefenin, birikimin, Anadolu turnelerinin, parasızlığın, onurlu bir yaşamın, bilet kesmenin, ilk kez sigortalı oluşun, yevmiyeleri dağıtırken birdenbire biten paranın, Odakulenin altındaki eski Dostlar tiyatrosunun sürekli taşan tuvaletinin, zeytin, taze sıcak ekmeğin bir parça peynirin ve yetiyorsa paramız bir parça sade helvanın ama yeri geldiğinde nadir de olsa yarını düşünmeden Yakut’ta bir kadeh bir şey içmenin, sohbetin, dostlar meclisinde olmanın, derinlikli dostlukların, develerle taşınamayacak kadar geniş kütüphanelerin, aslında tiyatronun temellerini olduğunu, bütünsel bir sanat olarak müziksiz de olamayacağını ve tüm bunların aslında bir tavır oluşturduğunu ve kavramlara hakimsek biz buralarda yoğ iken kimlerin bu benzer konularla derinden ilgilendiğini farketmenin, insanın yaratıcılığını körükleyen, adalet duygusunu sağlamlaştıran, başı sıkıştığında nereye bakması gerektiğini gösteren ve tüm bunların aslında insanın insanı sömürmemesi için vargücüyle çalışmasından başka bir şey olmadığını göstermiştir.
 
    İnsanın insanı sömürdüğü yerde deyin ki kul hakkı yediği yerde ne derseniz deyin, özgürlük olmaz, huzur olmaz. İnsanlık gelişmez, geriler. Bu gerilemeye karşı sağlam bir şekilde durabilmek için donanmak gerekir. Bırakın savaşmayı direnmek için ilkönce bilgiyle, evrensel değerlerle, yaşam hakkıyla, dayanışmayla bütünleşmek. Bütün bu detaylar için Zafer’e müteşekkirim. Hayırsız olabilirim. Okuyorsa şimdi ama vefasız değilim.
 
    Bu toprakların şairlerine de Shakespeare de, Puşkin’e de, Pablo Neruda’ya da, Victor Jara’ya da Atahualpa Yupanqui’ye de yani benim gelmiş olduğum toprakların ozanlarına da büyük bir ilgisi, engellenemez bir öğrenme arzusu ve olağandışı bir okuma azmi vardı Zafer’in. Ömrüne bereket.
 
    Mesela hissetiğim şeyler var, tam ifadesini arıyorum. Hop Octavio Paz. Başka bir şey hissediyorum tam adlandıramıyorum. Lafı gediğine koyamıyorum. Büyük bir açlıkla şiir okuyorum. Hop, J.Prevert. Evet diyorum ben bunu hiç böyle hissetmemiştim.
Yarin dudağından getirilmiş bir katre alevdir bu karanfil
 
Ruhum acısından böyle bildi
  
 
  
Ahmet Haşim, Nazım, Yahya Kemal, A.Kadir derken beş parasızım, işsizim. Yazı Tura filmi benim için oyunculukta bir dönüm noktası olmuş, ilk defa önemli bir filmde ciddi bir rolüm var. Ama filmin vizyonu geciktikçe gecikiyor ve ben yıllar sonra elime bir arkadaşımın evinde mahzun bir şekilde bakımsız duran bir gitarı görüp onu evime getirip karınca kararınca tamir ediyorum. Bir iki tıngırdatmaya çalışırken, dedemin doğumgünü için kitap alacak da param olmadığından, ona ait bir şiiri besteleyip doğumgününde çalıyorum. Aynı Bülent Hocam’ın dediği gibi zamana bırakın. Beste gelecekse kendisi gelir zaten, siz müziği bırakmayın. Bir alkış kıyamet kopuyor tabi. Zaten aile arasındayız. İllaki alkışlanırsın. Ama bu küçük tezahürat bugün 3. Albümüne hazırlanan, Pir Sultanları, Kaygusuzları, Puşkinleri, Prevertleri, Kadirleri nice büyük şairi besteleyen ve yepyeni şarkılar yapan bir gruba dönüştü. Birkaç büyük dostunuz yoksa zaten ne tiyatro yapabilirsiniz birlikte ne de müzik. 25 yıllık hep tazelenen dostluğuyla Metin Bozkurt, grubun hem ses mühendisidir, hem vicdanıdır olmasa zaten hiçbir zaman müzikte ilerleyemezdim. Keza ilk beyin tümörü ameliyatına girerken doktoruna, çıkarsam iki elim çalışsın, çalışmıyorsa beni çıkarma diyen dostum, basçım Melek İrdem, yetenekle bezenmiş, müzik için herşeyini ortaya koymuş dostum, davulcum Soner Doğanca’yı anmadan bir şey konuşmaya mecalim olmaz. Kendisini eleştirmeye ve geliştirmeye devam eden bir grubun tüm hikayesinin küçük bir kısmı bu.
 

 
İLK ALBÜMÜNÜZÜ KONSELERDE HEDİYE ETTİĞİNİZ DOĞRU MU?
Doğru
 
ÇOCUK KİTABI VE ÇOCUKLAR İÇİN ALBÜM HAZIRLADIĞINIZI OKUMUŞTUK. ÇALIŞMALARINIZ NE DURUMDA? ÇOCUKLAR İÇİN BİRŞEYLER YAPMAFİKRİ NEREDEN DOĞDU?
Ben büyükler için bir şey yapılabilmesinin neredeyse imkansız olduğunu düşünüyorum.
SON DÖNEMDE SÜT REÇELİ OYUNCULUĞUNUZUN ÖNÜNE GEÇTİ.NEDİR BUNUN HİKAYESİ?
Geçmedi. O basının şişirmesi. Haber kaynağının kendisine sorulmadan sorumsuz bir gazetecinin kendi sosyal sitemden kendi çektiğim bir fotoğrafın altında yazdığı kendi fantezisi. Ben yaptığım her işi ciddiye aldım. Müziği de, tiyatroyu da, sinemayı da diziyi de, reçel yapmayı da. Koşuyolunda diziden kazandığım paralarla bir mutfak yaptım. Nihayet bitirdim. Ve bir çok zahmetli reçeli yapmaya başladım. Çok yakında yine pazarlarda görebilirsiniz beni. Teo’nun Reçelleri tescil oldu. Artık kendi adımda bir markam var. Kendim yapıyorum, kendim satıyorum. Sese, göze, damağa hitap edebilmek için yırtınıyorum.
 
 
OYUNCU? YÖNETMEN? MÜZİSYEN? REÇELÇİ? EKMEKÇİ? KENDİNİZİ BU ARALAR NASIL TANIMLARSINIZ?
    Ekmek konusunda amatörüm ama yapıyorum. Emre Ergen’le birlikte yapacağız ekmek. Herkes iyi bildiği işin başında olsun. Sabit bir mesleğim yok. O anda ne yapıyorsam oyum.
 
Gökyüzünü mavi gören sizsiniz. Öyleyse siz mavisiniz. Ne görüyorsan o’sun
( Zen Şiiri )
 
Gökyüzüne bakarken bir mesleğim yok. Gökyüzüyüm.. ( Bu benden)
 
Benim bir hazinem yok, ruhumun süratini kendime hazine yaptım.
( 14.yy Samurai Şiiri )
 

 
AŞK ADAMI MISINIZ?
Dolunayı benim için seyrediyormuşsun
 
Doğru mu değil mi görmeye geldim
 
( 11. yy Japon Şiiri, Haiku )
 
OĞLUNUZ DENİZ’LE İLİŞKİLERİNİZ NASIL? NASIL BİR BABA- OĞULSUNUZ?
Onu Deniz’e sormalısınız. O benim dervişim. Bir şey bilmiyorsam ona soruyorum.
 
BASİTLEŞTİRİLMİŞ BİR HAYATA EVRİLME NASIL OLDU? YENİ HAYATINIZI BİRAZ ANLATIR MISINIZ?
 
Ne yanarsın dünya malı birin alıp gidemezsin
( Pir Sultan Abdal)
 
İLERDE FARKLİ ALANLARDA DA SİZİ GÖREBİLİRİZ SANKİ.. BİR SONRAKİ NE OLABİLİR?
Çiftçilik, bundan sonra sevdiceğim Betül’le ( Yılmaz) ilk hedefimiz toprağa yerleşmek.. Orda üretmeye devam etmek..
  

BU KELİMELER SİZE NE HATIRLATIYOR? (TEK KELİME İLE CEVAP VERİNİZ)
EGO 
 
Tek kelimeyle yanıt veremeyeceğim
Ben ancak sende ben olabilirim.
İSPANYOL
Motorumun plakasına hiç hoşlanmayacağım halde servisin jest olarak yazdığı benim de itiraz etmediğim, sevdiğim film karakterlerimden biri.
VERİMLİLİK
Bu çok kıymetli
MUTLULUK
Tüm Dünya Çocukları Birleşin. Büyüklerden size hayır yok!
ZAAF
 
Oho, binlerce..
 
AİDİYET
 
Yok
 
HUZUR
 
Küçüldükçe, basitleştikçe
 
AŞK
 
Var
 
DENİZ
 
Tüm çoşkular
 
PİŞMANLIK
 
Kırdığım kalpler
 
 
 
 
 
  
 
Geri